15 Mart 2013 Cuma

Cifr 1. Cilt



Prof. Necdet Bey haplarını alma zamanının geldiğini belirten alarmın sesiyle kafasını kaldırdı. Hatırladığı en son şey doktora öğrencisi Nazlı'nın tezinin düzeltmelerini okuduğuydu ve bu konuda da haklı olduğunu masasında serili kâğıtlar ispatlıyordu. Aklı, haplarını kullanmaya başladıktan sonra onu yanıltmıyordu artık. Hapları onu gerçek hayata bağlayan tek nesneydi. Çünkü Prof. Necdet ileri manik şizofreni hastasıydı. Bunu fark edeli iki yıl olmuştu ve şimdi daha iyi hissediyordu kendini. Hastalığa ne zaman yakalandığını bilmiyordu, 26 yaşında doktora tezini verdiği günden beri değişik olmaya başladığını hissediyordu.

Doktora töreninin üzerinden yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen hala dün gibi hatırlıyordu. Annesi Meltem Hanım, babası Mesut Bey ve kardeşleri İrem ve Kerem hazır bulunuyordu. Törende tanıdık tanımadık herkes vardı. Katılanların hepsi Necdet'i başarısından dolayı kutluyordu. Başarısı yaptığı doktora tezinde saklıydı.

Tezinde var olduğu James Churchward'un açığa çıkardığı Antik Mu Uygarlığına ait taş tabletleri deşifre edip bu tabletlerin Türklerin kökenine ışık tutan belgeler olduğunu ispatladı. Bu tez dünya çapında yankı buldu. Dünyadaki bütün edebiyat fakültelerinde buluşunu anlattı. Çok şaşalı bir on yıl ve tezinde olabildiğince derinleşti.

Yıllar geçtikçe araştırmaları Mu kaynaklı olumlu ve olumsuz büyü araştırmalarına dönüşmüştü. Bu amaçla da çalışkanlığını ve araştırmacı ruhunu en çok sevdiği doktora öğrencisi Nazlı'ya edebiyatla da alakalı olması sebebiyle Cifr ilmi edebiyatını araştırmasını önermişti. Nazlı da bu konu üzerindeki ilgisini göstermiş, iki doktora ders döneminin hemen ardından tezinin araştırmalarına girişmiş ve üç ay gibi kısa bir sürede yüz elli sayfayı bulan bir tez taslağı hazırlamıştı. Tez içeriği sebebiyle daha şimdiden dünyayı ayağa kaldırabileceğe benziyordu. Yayınlandığında kim nasıl tepkiler alacaktı. Necdet birden kendini düşündü ve kendi gibi birini yetiştirmenin haklı gururunu duydu.

Necdet Bey haplarını içti ve tezi okumaya devam etti: "Osmanlı'da büyücülük ilmi İslam’da yasaklanmış olmasına rağmen epey ilerlemişti. Cifr ilminin en büyük âlimlerinden Mısırlı Muhiddin el-Masurî'nin bu konuyu inceleyen bilimsel nitelikli yayınları ile Cifr ilmi daha da önem kazanmıştır. Masurî'nin ardıllarından bazıları Cifr ilminin gücüne kapılmışsa da bazıları Masurî'nin izinden gitmişti." Necdet buradan aka sayfalara atladı: "Cifr ilminde yer yer kadın egemenliği de örülmüştür. Bunların en ünlüsü fosfor temelli büyü yapan "fosforlu Cevriye’dir. Bazen Cevriye Nene’ ye Melek Nene de dendiği olmuştur. Çünkü fosforun karanlıkta parlama özelliğini giydiği kıyafetleri yaptığı fosfor karışımına batırarak kullanmış ve bu sayede geceleri parlamaya başlamıştı."

Necdet Bey'in haplarının en kötü yanı da çok uyku getiriyor olmasıydı. Tezi masada bir kenara itti ve kafasını masaya kollarının üstüne dayadı. Kafasını masaya koymasıyla uyuması bir oldu, hatta rüya bile görmeye başladı. Rüyasında uzun siyah paltolu bir adam Necdet Bey’e harfleri gazetelerden kesilerek yazılmış bir mektup bulunan bir zarfı uzatarak hemen Necdet Bey’den uzaklaşıyordu. Rüyada tam olarak nerede olduğunu anlayamıyor ve etrafına bakınca önceden kitap olduğunu anladığı bölmelerin değişerek siyah zemin üzerinde yıldız şekillerine gömülü kırmızı bir makas belirdiğini görüyordu. Mektubu açtığında ise gazetelerden kesilen harflerle yazılmış “Cifr ilminden uzak dur!” cümlesini okuyordu. Bunun hemen ardına uyandı Necdet Bey; çünkü kapısı çalınıyordu. -“Gir!” diye seslendi. Gelen Nazlı’ydı.
-Merhaba hocam. Nasılsınız?
-İyiyim Nazlıcığım, teşekkür ederim. Ya sen?
-Ben de iyiyim hocam, teşekkürler.
-Hayırdır Nazlı? Ne oldu?
-Hocam tezim için geldim. Bugün için okumanızı bitirecektiniz. Bana bugünden ötürü “gel” demiştiniz.
Necdet Bey aldığı hapların etkisiyle aklını bir an toparlayamadı, ama hemencecik hatırladı ve haplarına teşekkür etti:
-“Hatırladım kızım” dedi. “Ama okumamı bitiremedim ki. Hastalığımı, malum biliyorsun, çok uyku yapıyor.” Dedi haplarını göstererek.
Nazlı gülümsedi:
-He he, sorun değil hocam onun üzerine yazdığım bir 20 sayfa kadar daha var onları getirdim. Bu arada hocam Süleymaniye Kütüphanesi’nin gizli, bölümlerine girmem için akademik gücünüzü kullandığınız için çok teşekkür ederim.
-Hiç önemli değil canım. Sen yeter ki dünyayı ayağa kaldıracak yoğunlukta bir tez sun, gerisi hiç sorun değil.
-Hocam okuduğunuz yere kadar nasıldı?
-Ah çok iyiydi kızım, tarihçeyi bu kadar iyi anlatamazdın.
-Çok teşekkür ederim hocam, izninizle, sizi daha fazla yormadan çıkayım ben.
-Estağfurullah kızım, peki, görüşürüz.
-“İyi günler hocam” dedi ve çıktı Nazlı.
Nazlı çıkınca Necdet Bey Nazlı’yı düşünmeye başlamıştı. “Gülümsemesi ne kadar da tatlıydı” diye geçirdi içinden; ama bir anda için hüzün kapladı. Çünkü bir hocanın öğrencisine sarkmasının etik olmadığını düşünüyordu. 

Necdet Bey bunları düşünürken yine içi geçti ve uykuya daldı. Rüyası yarım saat öncekinin tekrarı gibiydi, ancak bu sefer mekân açıkça seçiliyordu. Olduğu yer Süleymaniye Kütüphanesi’nde Cifr kitapları bölümüydü. Yeniden kitaplar kaybolmaya başladı ve siyah yıldızlı zemine gömülü kırmızı makas belirmeye başladı. Ama bu sefer gazete harfleri duvarlar belirmeye başladı ve yine “Cifr ilminden uzak dur!” uyarısı geldi. Bu rüyasından farklı olarak önceki rüyasında gördüğü adamın yüzünü de seçebildi ve şok oldu. Tam bu sırada saatinin alarmı öğlen arasının geldiğini haber veriyordu.

Uyandığında bir an için toparlayamadı kendini. Hala uzun paltolu adamın yüzünün şokundaydı. Birkaç saniye içinde kendine geldi ve yemek vakti geldiğin için kapısını kilitleyerek çıktı. Yemeğini genelde asistanı Zeynep’le ve tarih bölümünden antik çağ uzmanı Hamdi Bey’le birlikte okulun yemekhanesinde yerdi. Yemekhanenin yemeklerini severdi. En azından kendisinden iyi yemek yaptıkları aşikârdı. “Marmara’nın her şeyi çok güzel” diye geçirdi içinden asistanının odasına yürürken.

Necdet Bey kapıya varır varmaz asistanı Zeynep kapıyı açtı ve:
-“He he merhaba hocam, tamam geldim şimdi.” Dedi. “Siz isterseniz Hamdi Bey’i çağırın ben sizi fakülte kapısının önünde beklerim.
-Tamam kızım. O zaman aşağıda buluruz.
-Tamam, hocam, görüşürüz.

Tarih bölümü bir üst kattaydı. Necdet Bey gerekmedikçe asansör kullanmaz, her yere yürümeye çalışırdı. Hamdi Bey’in odasına yürürken rüyasında gördüğün yüzün kime ait olduğunu hatırladı. O yüz yıllar önce doktora mezuniyet töreninde onunla en son tokalaşan ve tezi hakkında uzun uzun konuşan uzun siyah paltolu beydi. Bunu nasıl hatırlayabildiğine bir an şaşırdı. Çünkü beyni çoğu zaman tembellik edip geçmişi taşımaktan vazgeçiyor, Necdet Bey de birçok şeyi hatırlayamıyordu. Odanın önüne vardığında kapıyı çaldı ve açtı. Hamdi Bey de hazırlanıyordu:
-Üstadım yemek vakti geldi.
-Geldim üstadım.
Hamdi Bey de odadan çıktı ve kapısını kilitledi. Beraber merdivenlerden inmeye başladılar.
Hamdi Bey:
-Üstadım, bugün nasılsın? Aklın tekliyor mu?
-“Hayır, dostum motoru rektifiye verdikten sonra tıkır tıkır işliyor.” Dedi şakayla karışık. Beraber gülüştüler. Bu sırada fakültenin çıkışına Zeynep’in yanına geldiler. Zeynep:
-“Ooo üstatlar, mutlusunuz?!” diyerek takıldı hocalarına. Normal bir hocaya yapamayacağını bir şımarıklıktı bu, ama bu iki üstat onun böyle şımarık davranmasına ses etmemiş aksine hoşlarına bile gitmişti. İkisi de bayanların dünyanın düzeninde en önemli varlık olduğunu biliyor ve Zeynep’i seviyor ve saygı duyuyorlardı. Zeynep Necdet Bey’e:
-Hocam nasılsınız bugün?
-İyiyim kızım, malum, uyukluyorum hep.
-Hocam bu uyuklamalarınız ne zaman geçecek?
-Bilmiyorum ki kızım, ama yakın zamanda doktora kontrole gideceğim, aylık kontrolüm yaklaştı.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Seçilmişler

Sazoba Köyü, Biga, Çanakkale
Saat: 04.00


Hava hala karanlıktı. Rüzgârı uyandırıyordu uyanmaya çalışan güneş. Bahar sabahı oluyordu. Her yeri çiy kaplamıştı. Bir anda bu sessizliği deli gibi yırtan o çığlık duyuldu:


-Abla!


Bu çığlığın sahibi; ablası Melahat’ı kanlar içinde yarı çıplak dere kenarında gören Meryem’e aitti.  


Saat sabahın dördüydü. Meryem ineklere bakmak için kalkmış, inekleri sağmadan önce köyün dere kenarındaki su yalağına sulamaya götürmüştü. Dönüş yolunda da ablasının hareketsiz yatan bedenini görmüştü.


Melahat, köyün kenarındaki koyun sayalarında kalıyor, koyunların bakımlarıyla ilgileniyordu. Saat üç dört gibi kalkıp koyunları sayanın merasına salıyordu. Koyunlar meradayken de sayanın temizliğini yapıyordu.


Saat dört buçuğa geliyordu. Köyün imamı sabah ezanını okumaya başlamıştı. Uykulu olduğu belliydi. Meryem inekleri önüne kattığı gibi koştura koştura eve gelmişti. Annesine Melahat’ın bedenini gördüğünü hemen gidip bakılmasını söyledi.
Halme Tete feracesini kaptığı gibi köy muhtarına koştu.
-Hüseen! (Hüseyin’in yerel ağızda söylenişi)
İkinciye demir avlu kapısını yumruklayarak daha yüksek sesle bağırdı:
-Hüseen!
Muhtar Hüseyin bu sefer uyandı ve uykulu uykulu avlu kapısını açtı:
-Efendim Halme Tete?
-Hüseen benim kız, Melahat, dere kenarında ölü gibi kanlar içinde yatıyormuş koş kaldıralım hastaneye.
-Tamam abla. Hemen giyinip geliyom.
Muhtar Hüseyin çabucak hazırlandı. O sıradaki gürültü patırtıya uyanan karısına öğretmeni uyandırmasını be öğretmenin birkaç adam toplayıp gelmesini tembih etti. Muhtarın karısı Seviye hemen öğretmeni aradı:
-Örtmen bey rahatsız ediyom ama bir sorun var. Halme Tete’nin kızı Melahat dere kenarında cansız gibi yatıyomuş!
-Ne! Hemen geliyorum Seviye abla. Peki, kim bulmuş cesedi?
-Küçüğü inekleri sulamaktan dönerken bulmuş.
-Tamam, abla hemen geliyorum.
- Birkaç adam da topla kıza belki domuzlar falan saldırmıştır.
-Tamam abla.
________________________________________

Yazın köyün mahsullerine domuzlar dadanırdı. Çünkü köy tepe eteklerine kurulmuştu.
Öğretmen, ihtiyarı genci köyü ayağa kaldırmıştı. Yanına beş genci ve Sıhhiyeci Amca’yı alarak muhtarın evine gittiler. Muhtar ve Halme Tete’yi alarak dere kenarına gittiler.
Melahat başı yana gelecek şekilde yüzükoyun yatıyordu. Öğretmen koşarak Melahat’ın yanına gitti. Hemen elini Melahat’ın burnuna koydu ve nefes alıp almadığını kontrol etti. Sevinçle bağırdı:
-Yaşıyor! Melahat yaşıyor!
Halme Tete ellerini açarak:
-Allah’ım şükür bağışladın Melahat’ımı bana!
Öğretmen Melahat’ı yüzüstü çevirdi. Melahat’ın yemenisi yoktu, entarisi ise parçalanmıştı. Yeni gelişen göğüsleri açıktaydı. Kalbinin yakınlarından iplik gibi kan akıyordu. Asıl önemli olan ise şalvarıydı. Şalvarının cinsel organına gelen bölümü tamamen kan içindeydi.
Sabah namazından çıkan cemaat olay yerine varmaya başlamıştı. Melahati her gören cemaat:
- Tövbe!  Kim yaptı bunu?
- Domuzlar mı yaptı acaba?
-Lanettendir herhal!
-Evet, evet lanettendir.
Halme Tete gerçekten de lanetliydi köylülerin gözünde. Toplam on kızı olmuştu, ama beşi doğumdan hemen sonra ölmüştü. En büyük kızı Medine otuz beş yaşında açıklanamaz bir şekilde kocası tarafından ölü bulunmuştu. İki numarası Hamide ise bir gün ansızın kaybolmuş; o gün bu gündür bulunamamıştı. Üçüncü kızı Hatice ise bir kış günü köyün delisi Ali tarafından tecavüze uğramıştı ve Ali, hem Hatice’yi hem de kendisini çifteliyle vurmuştu.
Öğretmen sinirli sinirli cemaatin konuşmalarını:
- “Beyler burası köy kahvesi değil, bırakın dedikoduyu. Ya iş yapın ya da uzaklaşın, rahatlatın burayı” diyerek kesti.
Öğretmen Muhtara ve Sıhhiyeci Amcaya bağırdı.
-Muhtar sen evden arabayı al. Bir takım elbise de getir. Amca sen de şu kanamayı yavaşlat. Hemen hastaneye yetiştirelim.
İkisi de hep bir ağızdan:
-Tamam, Örtmen Bey!
Muhtar arabayı getirdi. Halme Tete, Sıhhiyeci Amca ve öğretmen Melahatle arabaya bindiler.
________________________________________

Biga Devlet Hastanesi, Çanakkale
Saat 05.30


Hastaneye vardıklarında saat 5.30 olmuştu. Öğretmen önden inerek acildekilere bağırdı:
-Çabuk! Sedye getirin! Yaralı var!
Acildeki hasta bakıcı ve hemşire koşarak sedyeyi getirdi.
Melahat yaralarının tedavisi ve kesiklerini dikilmesi için ameliyata alındı.
Ameliyat bir buçuk saat sürdü. Bu süre Halme Tete’ye asır gibi geldi. Halme Tete’nin ağzının kıpırtısı ameliyat boyunca bitmedi.
Doktor ameliyattan çıktıktan sonra öğretmen:
-Doktor Bey, Melahat’ın durumu nasıl?
Doktor:
-Durumu çok iyi! İlginçtir ki o kadar kan kaybetmesine rağmen ameliyat sırasında kan ihtiyacı yaşanmadı.
Aradan hızlıca konuşmaya dalan Halme Tete:
-Doktur bey Melahatime ne olmuş? Yaşayacak mı ha? Görebilem mi?
Doktor:
-Annem önce sakin ol, bir otur, anlatayım. Kızınıza büyük olasılıkla bir hayvan saldırmış, şu anda durumu iyi. Yanına girebilirsiniz.  Ancak beş dakikayı geçmesin.
Halme Tete doktorun ellerine yapıştı, öpmeye kalktı. Doktor “estağfurullah”  diyerek Halme Tete’nin elini öptü.
Doktor Halme Tete’yi Melahat’ın yattığı odaya kadar götürdü. Halme Tete Melahat’ın yanındayken doktorun yanına geldi ve sordu:
-Doktor Bey Melahat’a gerçekte ne oldu?
-“Melahat’a gerçekte ne oldu?” gerçekten de yanıtı veremeyeceğim bir soru.
-Nasıl yani Doktor Bey? Anlayamadım?
-Melahat’ın yara izleri bir hayvan saldırısından öte bir ameliyat izine benziyor.
-Ameliyat mı?
-Evet, öğretmen bey, isterseniz çay ocağına inip oturalım ve konuşalım.
-Tamam, Doktor Bey.
Öğretmenle doktor çay ocağına inip birer çay aldı. Bir masaya oturup konuşmaya devam ettiler.
-Öğretmen Bey, konuştuklarımın yalnızca sizde kalmasını istiyorum, tamam mı?
-Tamam, doktor bey.
-Melahat’ta birkaç açıklanamaz durum var.
- Nelerdir doktor?
-Birincisi az önce de açıkladığım şey, kan kaybının çok olmasına rağmen kana ihtiyaç duymamamız; ikincisi yaraların ve kesiklerin doktor ustalığı ve üçüncüsü ise...
Doktor çayından büyük bir yudum aldı ve devam etti:
-... kan grubu değişiyor!
-Ne?! Nasıl yani doktor bey?
-İnanın ben de nasıl olduğunu bilmiyorum öğretmen bey.
-Doktor ne diyorsunuz ya? Bir insanın kan grubu nasıl değişebilir ki?
-Haklısınız bir insanın kan grubu kesinlikle değişemez. Ancak on dört yaşına gelmiş bir kızın değişmesi özellikle de kontrollü bir şekilde değişmesi şu ana karşılaşmadığım bir durum.
-Peki, doktor bey, kan grubu neyden neye değişiyor?
-AB grubundan A0 grubuna değişiyor.
-Sağ olun doktor bey.
Öğretmen bakın bu konuşma sadece bize ait kalacak!
-Tamam, doktor bey.
________________________________________


Melahat hastanede 2 gündür yatıyordu. Bugün içinde taburcu olmasını bekliyorlardı. Melahat’ın olağanüstülüğü doktoru şaşırtmaya devam etmişti. Kapanması 10 günü bulacak dikişler ilk günde iyileşerek sanki daha önce var olmamış gibi yok oldular.
Doktor, bu kadar yıllık tıp eğitimi ve tecrübesine rağmen bu olayı bir mucize olarak tanımlayabiliyordu. Melahat’a bir olmuştu, ama ne?
İşte sorulması gereken soru buydu: “Melahat’a o gün sabaha karşı ne oldu?”. Doktor kendine bu işin peşini bırakmayacağına dair söz verdi.

Melahat ilk günün sonuna doğru sabaha karşı kendine geldi. Yarı uykulu gözlerini açtı, beyaz floresandan korktu. Rüyasının etkisiyle kendini o ışıklı odada sanarak:
-“Hayır yapmayın! Hayır, gulyabaniler yapmayın, istemiyorum! Çok canım acıyor!” diye çığlık attı.
Odadaki koltukta içi geçmiş olan Halme Tete:
-Kızım? Kızım? Buradayım yavrum ben anan.
Melahat’ın gözleri kısık gülümseyerek:
-Anne! Anne neredeyim ben?
-Hastanedesin yavrum.
-Ne oldu bana?
Öğretmen araya girerek;
-Seni dün sabaha karşı dörtte kardeşin dere kenarında baygın bulmuş. Üzerin kanlıydı. Domuzların saldırdığını tahmin ediyoruz.
Melahat sesin geldi yöne dönebilmek için kafasını zorla döndürdü ve:
-“Öğretmenim!” dedi.
-Benim Melahat ama zorlanma. Hadi dinlen sen. Biz annenle dışardayız.
-“Tamam, öğretmenim” dedi heyecanla.

Halme Tete kendini tutamamış sevinçten ağlamaya başlamıştı. Bunu gören öğretmen de Melahat’ın etkilenmesinden korktuğundan Halme Tete’yle dışarı çıktı.
Dışarı çıktıklarından sonra Halme Tete dayanamayarak kendini ağlamaya bıraktı. Öğretmen bu gözyaşlarının mutluluktan olduğunu biliyordu. Çünkü bir kızı kötü bir olaydan sonra ona bağışlanıyordu. Halme Tete avuçlarını yukarı doğru açmış dudakları da kıpırdamaya başlamıştı duasını bitirdikten sonra öğretmen:
-Hadi geçmiş olsun Halme Tete. Allah sonunda kızını bağışladı sana.
-Sorma örtmen bey o kadar heyecanlıyım, o kadar mutluyum ki anlatamam örtmen bey.
-Tahmin ediyorum tetem. Ben doktora Melahat’ın gözlerini açtığını haber etmeye gidiyom.

Öğretmen de bu ağıza alışmıştı. Bu şirin köyü çok sevmişti. Konuşmaları da o kadar içten o kadar canlı başka insanlar olamazdı. Köye ilk tayin olduğunda konuşmaları komik ve anlaşılmaz gelmişti. Ama geldikten üç ay sonra bu dile alışmıştı. Artık tayininden üç yıl geçmişti ve kendisini bu koy ahalisinden biri olarak görebiliyordu.
Öğretmen sevinçten uçarcasına nöbetçi doktor odasına gitti. Kapıyı tıklattı doktordan “Gir!” sesini duyduktan sonra kapıyı açtı. Çaykolik olduğunu artık bildiği doktor yine elinde bir çayla dergi karıştırıyordu. Doktor Öğretmene bakarken saate de baktı. Beş buçuk olduğun görünce Melahat’ın dünden beri geçirdiği tuhaflıkları hatırladı. Bu sırada öğretmen:
-Doktor Bey Melahat gözlerini açtı. Halme Tete sevinçten ağlamaya başlayınca Melahat etkilenmesin diye dışarı çıktık. Melahat yalnız şu anda.
-“İyi düşünmüşsünüz öğretmen bey, hemen geliyorum, buyurun.” Dedi kapıyı göstererek.
- Doktor bey çok heyecanlıyım, çok merak ediyorum ne olduğunu hatırlayıp anlatacak mı?
-“Ben de!” dedi doktor iç çekerek.
Doktor Melahat’ın odasına girdi. Melahat güç bela kafasını çevirerek doktora baktı ve bakmasıyla çığlık atması bir oldu. Çıldırmış gibi bağırıyordu. Bir şeyler çıkıyordu ağzından, ancak anlaşılamıyordu.
Doktor hemen hemşirelere bağırdı:
-Hemşire! Hemşire! Çabuk gelin!
Bu nidayı üç kere tekrarladı. İçinden bir küfür savurarak Melahat’a yaklaşmaya başladı. Ama Melahat çığlıklarını yükselterek doktorun yaklaşmasını istemediğini belirtti. Melahat artık daha yüksek çığlıklar atıyordu bu çığlıkları kimse duymuyor mu diyerek ardına bir küfür daha savurdu içinden.
Bu sırada Melahat’ın yatağı yerinden oynamaya başladı ve yavaşça yerden kopmaya başladı. Yatak yerden havaya on santimetre kadar yükselmişti.
Olaylar olurken Doktor donakalmıştı. Hemşirelerin sesini duymaya başladı ve bir hemşire kapıyı açar açmaz Melahat’ın yatağı hiç hareket etmemiş gibi yere kondu. Hemşire odaya girdiğinde Doktoru Melahat’ın başında şok olmuş buldu. Melahat ise masum masum gülerek:
-“Hoş geldiniz hemşire hanım.” dedi.
Doktor kendine geldi ve “Hemşire geldiniz mi?” dedi.

Hemşire durumda bir farklılık olduğunu anlamıştı. Çünkü doktor çok gerek görmedikçe hemşireye başvurmamıştı.

13 Ocak 2013 Pazar

Güneş Kıyameti Günlükleri


12.12.2012 saat 8.30

"NASA’nın yaptığı açıklamalara göre büyük güneş patlaması 15.50 civarında gerçekleşecek ve 10 - 15 dakika içerisinde dünyaya ulaşacak.

 Etkileri 2050 yılı yazına kadar sürecek karanlık bir süreç bizleri bekliyor." dedi Fatih Portakal Fox Sabah Haberlerinde. Bütün ziynet eşyalarımızı iki gün önce banka kasasından çektik karımla beraber aldığımız kararla. Çünkü güneş patlamasının ilk etkileyeceği şey tüm elektronik sistemler olacaktı açıklamalara göre... Bunun sonucunda da ilk yağmalanacak yerler tüm güvenliği elektronik ağlarla yapılan bankalar olacaktı.

13.12.2012

Dün belirtilen saatten hemen hemen beş dakika sonra yani saat 15:55te güneşte patlama gerçekleşti ve 16.05 gibi patlamanın ilk dalgası dünyaya ulaştı. Ofisteki dizgici Yalçın'ın bilgisayarı bir daha açılmamak üzere kapandı. Akşam eve gitmem çok zor oldu. Çünkü yarı otomatik olan elektronik kontrollere sahip araçların tamamı yolda kalmış, el yordamıyla yol kenarına çekilmeye çalışılıyordu. Allahtan, belediyenin eski kırmızı otobüsleri ile halk otobüsleri yürüyen aksamlarında elektronik parçaya sahip değildi ve hareket edebiliyorlardı. Eve vardığımda saat 22:45i gösteriyordu. Meltem, sevgili karım, korkudan uyuyamamış benim gelmemi beklemişti.

14.12.2012

Sabah 5 gibi evde bulunan mekanik alarmlı saatle uyandık. Telefon bugün açılmıştı. Ama dünden başlayan çekememezlik bugün de devam ediyordu. Kışın soğuğundan etkilenmemek adına parkamı, atkımı ve eldivenlerimi giydim. Bunu neden mi yaptım;  çünkü elektronik aksamlı otobüsler dünden beri çalışmıyor. İETT’nin eski kasa otobüslerini trafiğe çıkaracağını tahmin ediyorum. Daha da kötüsü köprüden yürüyerek geçeceğim, daha bir buçuk ay önce Avrasya Maratonu’nda yaptığımız gibi.

Biraz yürüme, biraz otobüsle 10.30 gibi vardım iş yerine. Kriz toplantısı yapılıyordu. Maaşlarınız ödedi ve dağıldık. İşim yoktu artık. Eve de yine aynı yolla 22.30 gibi vardım.

15.12.2012

Sabaha Aralık ayını soğuk bir öpüşüyle uyandık. Donmuştuk, çünkü elektrik hala gelmemişti ve dolayısıyla kombi de çalışmıyordu. Eşofmanlarımızın üzerine kazakları giyince biraz ısındık. Hemen kahvaltı etmeye çalıştı. Çayı ısıtmak için dün eşim piknik tüpü almıştı ve tam olarak kullanmayı bilmiyordu. Ben durumu kotardım ve çayı ısınmaya koyduk. Markete gittik ve kuru bakliyat ve makarna stokladık. Çünkü elektrik yoktu, ortalık soğuktu ve tüm elektronik eşyalar neredeyse çalışmıyordu.

16.12.2012

3 gün geçti, elektriksiz, elektroniksiz… Meğer ne kadar da bağlanmışız bu yaşama… Bilgisayar yok, televizyon yok, cep telefonu yok… En önemlisi elektrik yok…

Bu olay bizim gibi bir sürü kişiyi habersiz yakaladı. Aslında habersizlik değildi bu; klasik Türk vurdumduymazlığıydı. Bana bir şey olmaz demekti bu. Şu an tek düşündüğüm mal varlığımı bankadan kurtarmış olduğumdu. Çünkü bankaların hali haraptı.

Akşam kayınbabamlara gittik ve onlarda kaldık, evleri kömürlü kalorifer sisteminde olduğundan sıcaktı. Biz de ev için soba bakıyorduk, ama Kadıköy’ün nezih bölgesinde olmanın acı gerçeği bizi karşılıyordu; soba satan bir dükkân yoktu.